3 Mart 2014 Pazartesi

Guess Who's Coming To Dinner Üzerine Düşünmeceler...

Judgment At Nuremberg, Inherit The Wind ve bugün izlediğim Guess Who's Coming To Dinner'la birlikte Stanley Kramer'ın sinemasını, birer düşünce anlatma metodu olarak görebileceğimi düşünüyorum. İlk film için düşüncelerimi daha önceleri bir yazıda paylaşmıştım, Inherit The Wind'de bir gün nasibini alacaktır ama bugünün konusu siyah-beyaz ırk ayrımı temalı diyebileceğimiz Guess Who's Coming To Dinner olacak.

Öncelikle film 1967 yılı yapımı olduğu için değerli, daha doğrusu olması gerektiğinden daha fazla değerli. 1967 yılında Amerika'da, siyah ırktan bir kişiyi, beyaz ırktan bir aileye damat getirmek; bunun filmini yapmak cesur bir harekettir, çünkü Martin Luther King 1 sene sonra silahlı saldırı sonucu öldürülecektir, çünkü ilk siyahi başkan Obama henüz 6 yaşındadır, çünkü ırkların eşitliği yasası kabul edileli henüz 3 sene olmuştur ve bir çok eyalette farklı renklerdeki ırkların evliliği hala yasal olarak kabul edilmemiştir.

Film esasen rahatlıkla bir tiyatro oyunu olarak da sahnelenebilir. Çünkü öğle saatlerinde, ailesine evleneceği adamı bir sürpriz yaparak tanıştırmak için gelen Joey'in, akşam yemeğine damadın ailesini de yine sürpriz bir şekilde davet etmesi ve bu davetin gerçekleşmesi kadar kısa bir süre içinde geçer bütün film; gelin ve anne-babası, damat ve anne-babası ve Mansenyör Ryan ile evin hizmetlisi Tillie'den ibarettir esasen bütün kadro ve diyalog üzerine kurgulanmıştır bütün film diyerek, iğdiş etmeye başlayayım...

Stanley Kramer belli ki bir dava adamı değil, ama düşünen, zeki bir adam, bir aydın. Zekasını Spencer Tracy üzerinden seslendirmeyi seviyor; Spencer Tracy, Joey'in babası rolünde olan Matt, bulunduğu bölgenin gazetesini çıkaran liberal bir entelektüel. Eşi Chris de kendisi gibi liberal, çağdaş bir karakter. Kızlarını renk ayrımcılığının, ırk ayrımcılığının, inanç ayrımcılığının kötü olduğunun düsturuyla büyüttükten sonra, karşılarında zenci bir adam görünce şoka uğrayan bir aile...

Burada durup şundan bahsetmeliyim, filmin neden-sonuç ilişkisi baştan zayıf kalıyor; damat John, bir doktor, çok başarılı bir doktor; Avrupa'da, Afrika'da işleri olan, Amerika'daki çeşitli üniversitelerde dersler veren bir doktor, zenci bir doktor. İşleri yoğun olduğundan süresi kısa, sadece o gün Joey'in ailesi ile tanışıp, tekrar yollara düşmek zorunda olan bir doktor ve eşi olmasını istediği kadınla, yani Joey ile henüz 10 gün önce tanışmışlar. Ve ortak bir kararla, 2 hafta sonra Cenevre'de evlenmek istiyorlar, John'un sadece bir günü olduğundan ve Joey'in evlenmeye olan kesin kararı nedeniyle, ailelerine aynı gün içinde hem evleneceklerini söylüyorlar, hem de kararınızı akşama kadar verin diye ekliyorlar... Bu bilgiler doğrultusunda olayı beyaz-siyah ırka bağlamak çok saçma; çünkü aynı ırktan, aynı mezhepten, hatta bir elmanın iki yarısı da olsan; 10 gün önce tanıştığın biriyle, 2 hafta sonra evlenmek istediğini ailene söyleyip, aynı gün içinde daha tanımadan, etmeden rıza göstermelerini beklemen; en kibar tabirle zalimliktir, ya da kısaca zaten rıza falan umrunda değildir senin. (ki olmak zorunda da değil ama filme göre devam ediyorum...) Ama John karakteri, yani zenci doktorumuz, öyle sıradan bir karakter değil. Aile ile tanıştıktan beş dakika sonra, anne ve babanın yanına gidip, "Eğer sizin rızanız olmazsa bu evlilik olmaz, kızınızla aranızı bozmaya hakkım yok." diye bir konuşma yapar, gün içinde de anne ve babayla olan diyaloglarında da görürüz ki, John gerçekten müthiş bir kişiliğe sahip, tertemiz bir adamdır; Joey doğru adamı bulmuştur. Asıl kaygı da zaten, renkten ziyade; toplumun bunu nasıl karşılayacağı, bir toplumda bu şekilde nasıl yaşanacağı, doğacak çocukların yaşayacağı sıkıntılar olarak şekillenmeye başlar. Olaya John'un ailesinin dahil olması da aynı sorunların tekrar edilmesinden fazla bir şeye neden olmaz; burada Stanley Kramer'ın dava adamı olmayışının olumsuz yanlarını görüyoruz bir nevi; ırk söylemi üzerine geliştirilebilecek bir çok detay var iken, bir nevi nesil çatışması ve "toplum buna hazır değil"in etrafında döner durur film... Bu döngüyü bir nebze kırabilecek olan tek karakter, evin hizmetçisi Tillie'dir; Tillie karakteri, zencilerin, beyaz ırktan aşşağı olduğuna inanmış ve elindekileri şükretmeyi makul sayan birisidir. Ve Tillie'nin sert çıkışlarındaki, inanmışlık ve bu inanmışlığın tamamen tabansız olması; renk ayrımının saçmalığını anlayabildiğimiz en güzel anlardır. Bahsetmek gerekirse de Mansenyör Ryan karakteri, filmin anlatmaya çalıştığı fikirlerin nirvanasıdır.

Bununla birlikte çooook beğendiğim iki detayın peşpeşe olması da harikaydı: John'la tanışmanın şokunu henüz atamamış olan, Joey'in anne ve babası, az dışarı çıkıp kafa dağıtalım yauv diyerek, dondurma yemeye giderler. Daha doğrusu sadece babası yer dondurmayı. Sevdiği dondurmanın neli olduğunu hatırlayamaz ama garson kızın saydığı seçeneklerden biri olduğunu düşündüğü dondurmayı seçer ve ister; fakat gelen dondurma geçenlerde yiyip, beğendiği dondurma değildir, bir an için bu duruma çok kızar; lakin sonra, ama bu da lezzetliymiş yaa diye düşünüp, yemeye devam eder. Şimdiii sadece bu dondurma metaforu bile, "bilmediğimizden korkarız." sözünü çok güzel açıklıyor. Bilmediğimiz her şey karanlıklar içindedir ve farkındaysanız karanlıkların içine her zaman kötü, pis, korkutucu şeyleri saklamışızdır. İyi olduğunu anlamak için, bilmek zorundayızdır; sevdiğimiz dondurma dışındaki bütün seçenekleri yok saymayı bırakıp, diğer seçeneklere de şans verir ve öğrenmeye çalışırsak, zenginleşebiliriz ancak...

Neyse dondurma yenir, araba ile geri geri çıkılacakken, arkadan geçen bir araca çarpar baba Matt, suçludur ve özür dileyerek arabadan çıkar; oysa karşısındaki adam anlaşılabilecek birisi değildir, küfürler yağdırıp durur, hakaretler savurur; bakkaldan mı aldın ehliyeti, yaşlı bunak, senin evden bile çıkmaman lazım... durmak bilmez, Matt çıldırır, al der ve para uzatır, bu verdiğim zarardan fazlasına yeter, arabasına atlar ve hemen oradan uzaklaşır. Böyle deyince gayet normal geliyor değil mi? Evet, bazen öyle aptal, sakinleşmeyen, anlaşılınabilmesi mümkün olmayan, kindar, salak insanlar vardır, olabilir deyip geçebiliriz değil mi? Ama o adam bir zencidir. Bu nitelik, bir anda olayın tersine dönmesine neden olabilir bir çokları için. Türkiye için buna örnek olarak, Alevi diyebiliriz. Ermeni'ymiş diyebiliriz. Bir çoğumuzun suçu makul bulmasını sağlayacak bir niteliktir bunlar, hatta suçu bırak, eğer ki bu nitelikteki insanlar masumsa, suçluyu bile haklı bulmalarını sağlayacaktır bir çoğunun... Oysa paragrafın başında ırk, inanç, renkten bahsetmeyince gayet normal bir insan algısı oluşmuştu herkeste, işte bütün mevzu da o değil mi zaten?

Son sahneye yaklaşırken, John'un babasının, evliliğe olan karşıtlığını; bana borçlusun, seni büyüttüm, seni okutmak için 30 sene it gibi çalıştım... edebiyatını yapması sonrası John delirir ve "Sizin nesliniz kendi haklarınız için hiçbir şey yapmadı ve bizi durdurmak için de elinizden geleni yapıyorsunuz, hepiniz ölene kadar bunu başarmamız mümkün değil! Ben sana borçlu değilim, sen bana borçlusun; beni bu dünyaya getirerek kendi sorumluluğunu yarattın ve ben de kendi çocuğuma karşı borçluyum. Ama kimsenin sahibi değiliz, bu benim hayatım!" diye süregiden söylevini, "Baba, seni seviyorum. Ama sen kendini zenci bir insan olarak görmekte ısrar ediyorsun, bense kendimi sadece insan olarak görüyorum, yapabileceğimiz bir şey yok..." diye duygusal bir tatta bitirir.

Elbette ki sinemada aşk engel tanımaz sevgili dostlar...

-MUTLU SON-

0 yorum:

Yorum Gönder